İşte bu sistemsizlik, İslam modernizmini genel olarak yukarıda değindiğimiz ve ortaya konan örneklerin tatmin edicilikten çok uzak olması sebebiyle, ciddiye alınma şansını şu ana kadar yakalayamamış bulunan "yanlış bulma" çizgisinin ötesine geçmemeye mahkum etmektedir.
Ortada Kur’an’ın ruhu olarak ifade edilen, bizzat, doğasında belirsizlik bulunan bir kavram dolaşmaktadır.
Bu ruhun nasıl tamamlanması gerektiği, metodolojik olarak neyi ifade ettiği, somut olaylar için önerilen çözümleri, nasıl tetabuk edeceği, var olan çözümün hangi somut verilere göre test edileceği, buranın sorunları tahlil etmede ve çözmede nasıl bir yaklaşım izlediği gibi sorular bu bağlamda cevap beklemektedir.
Özellikle ülkemizde bu sorular, modernistlerin gündeminde dahi yoktur.
Aklınıza yatmayan, canınızı sıkan, bana göre şu istikamette olması daha uygun olurdu dediğiniz her hüküm için Kur’an’ın ruhunu devreye sokup, istediğiniz sonucu elde edebilirsiniz.
Hatta Kur’an’ın ruhunu, yine bizzat Kur’an’da yer alan emir ve hükümlerin karşısına bile dikebilirsiniz.
Yapmanız gereken "Nasların sultasından kurtulup, Nasların gölgesine girmektir".
Bu söylediklerimizi abartılı bulabilecekler için iki ayrı zaman dilimine ait birkaç çarpıcı iktibas sunalım.
1- "Ey kardeş. Bilki insanlardan kimi Allah’a nebileri,resulleri, imamları ve vasileri ile, yahut Allah’ın velileri ve salih kulları ile, yada Mukarreb melekleri ile kendilerine, fiillerine, amellerine, tavsiyelerine ve bu yolda açtıkları çığırlara uymak suretiyle yaklaşır, imkanları ve çabalarının ulaştığı noktalar nispetinde bu yolda yürürler.
Allah’ı hakkıyla tanıyan kimselere gelince, bunlar kendilerinden başkasıyla ona tevessül etmezler.
İşte bu Ehl-i Ma'arif'in mertebesidir ki bunlar Allah’ın velileridir.
Anlayışı, marifeti, hakikati noksan olan kimseler için ise, Allah’ın peygamberlerinden başka Allah’a götürecek bir yol yoktur.
Allah’ın peygamberleri konusunda anlayışı ve marifeti noksan olan kimselere gelince, bunları Allah’a götürecek tek yol peygamberlerin halifelerinden ve vasilerinden olan imamlar ile Allah’ın salih kullarıdır.
Bunları yeterince anlamayıp tanıyamayan kimseler için, bunların yollarına uymak, açtıkları çığırlarda yürümek ve tavsiyeleri ile amel etmekten, onların mescit ve meşhedlerine gitmekten, onlara benzetilerek yapılan resimlerin yanında onların ayetlerini hatırlamak ve putlar vasıtasıyla onların hallerine vakıf olmak için dua etmek, namaz kılıp oruç tutmak ve kabirlerinin başında istiğfar edip bağışlama ve rahmet istemekten başka bir yolu yoktur.
Bilki, her halükarda eşyadan herhangi bir şeye kulluk eden ve herhangi bir kimse vasıtasıyla Allah'a yaklaşan kimsenin durumu, herhangi bir dini inanca sahip olmayan ve böylece Allah’a yaklaşamayan kimseden elbette daha iyidir.
Sonra bilki, böyle kimselerin durumu putlara tapanların durumundan her halükarda daha kötüdür.
Çünkü putlara tapanlar bir şeyi din edinmemişlerdir.
Onunla Allaha yakınlaşır Allah’tan korkar ona rücu ederler." İHVAN-I SAFA.
Bu ifadeler hicri 4.asırda Basra’da gizli bir cemiyet halinde kurulmuş ve hiçbir inanç, kanaat ve mezhebe taassup derecesinde bağlanmayı reddetmiş, her din inanç ve felsefeden kendilerine güzel ve yararlı gelen noktaları almayı ilke edinmiş olan İHVAN-I SAFA ya aittir.
2- Mekkelilerin baskısı altında, amcası Ebu Talip’in özellikle rica etmesi üzerine, ayrıca diğer taraftan yeni dinin bir çok aileye getirdiği zorluklar, Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) duygulu hassas ve içten gelen şevkat ve acıma hissi uzlaşmaya yanaşmasındaki hikmeti anlaşılır hale getirmektedir.
Mekkeliler Hazreti Peygambere (s.a.v.) uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı aktivitelerde peygamber ile müzakere yapmak istediler.
Eğer Hazreti Muhammet (s.a.v.) onların tanrılarını, insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi.
Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı.
Aracı tanrılar konusunda Habeşistan’a göç zamanında oluşum halindeki Müslüman toplumu büyük sıkıntılar içinde iken, peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. surede uzlaşmaya, tavize işaret eden bazı ayetler zikretmiştir.
Bir çok günümüz Müslümanı Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder.
Fakat Kur’an’ın ışığında olaya bakacak olursak'ki bu pekala mümkün de olabilir.
( Fazlurrahman.Makaleler.Allahın elçisi ve mesajı.34-5)
(Fazlurrahman. Ana konuları ile Kuran.190.)
Peygamberlik melekesi tüm insanları aittir.
Bir peygamberin vahiy yoluyla aldığı öğretileri daha düşük bir seviyede tabii idrakleri vasıtasıyla bir bilge,hakim tarafından da öğretilir.
Çinli kahinler yüksek Ma’nevi kavramları, yunan felsefesi, İran düşüncesi, hintli azizlerin asil fikirleri ile Hristiyanlık ve İslam öğretileri arasında temel bir çelişki yoktur.
Esas zorluk hintli bir milliyetçi olan Ubeydullah Sindinin,hinduizm ile İslam’ı bağdaştırmaya çalışmasındadır.
Gerçekten kendisi karşıt dini gruplar arasına vahiy yoluyla gelmiş dinler tarafından konulmuş engelleri ezebilecek bir insanlık dinine ya da evrensel dine inananlardandır.
Mazrehuddin Sıddıki.
İslam modernistlerinin en azından bir kısmının görüşleri böyle.
Herhangi bir ilke ve bağlayıcı esas tanımaksızın sadece Kur’an’ın ruhundan hareketle, insanların nerelere varabildikleri konusunda net bir kanaat edinmek ve yukarda söylediklerimizin abartı olmadığını anlamak sanırım yeterlidir.
Bu aslında bize şöyle bir tespit yapma imkanı da bahşediyor.
Adı ne olursa olsun sapma her zaman sapmadır ve modernizm, ismi dışında tarihten tamamen kopuk ve yeni bir şey değildir.
Tıpkı tevrat ve İncillere yapıldığı gibi tarihsel tenkit ve metin tenkidi yöntemlerinin Kur'ana da uygulanması gerektiğini savunuyorlar.
Doktor Tahsin Görgün, Kur’an’daki kıssaların, üslupları gereğinin mutlak anlamda doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir olduğunu iddia eder.
Profesor Doktor Yaşar Nuri Öztürk, bu tarz hükümler ihtiva eden ayetleri, zorlama tevillerle yumuşatma çabasındadır.
Sünnet hakkındaki yaklaşımlar da farklı bir manzara arz etmemektedir.
Kur’an hakkında yukarıda iktibas edilen görüşleri fütürsuzca sergileyenlerin, sünnet hakkında daha rahat hareket etmelerinde şaşılacak bir tarafı yoktur.
Bilindiği gibi hemen her ortamda sünnetin "ölçü mü" yoksa "örnek mi" olduğu sorusuyla formüle edilen bağlayıcılık tartışması ile birlikte, gündeme getirilen "hadislerin yazıya geçirilir süreci hakkındaki şüpheler" bu bağlamda modernistlerin temel hareket alanlarını oluşturmaktadır.
Sünneti sadece bir örnek olarak gören yaklaşımın, Kur’an ayetleri konusunda ciddiye alınabilecek savunmalar yapmaktansa, ya tartışmanın zeminini sünnet verilerinin tespiti konusuna kaydırdıkları, ya da söz konusu ayetler hakkında zorlama tevillere gitmeyi tercih ettikleri görülmektedir.
Modernistler bu ve benzeri şüpheler sonunda
"Gayrimüslim bile olsa bir millet ne zaman reform yolunda bir adım atmışsa, bu, İslam’ın yolunda atılmış bir adımdır"(Sıddıki.)demeye kadar gitmiştir.
Adına "gelenek" dedikleri mevhum bir düşman ile mücadele, bunu yaparken düşüncelerini oturtdukları zemin (Humansentrik) insan merkezli yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın dine bakışı
" Çağın yükselen değerleri ile çatışmayan bir Müslüman" tipi öngörmektedir.
Şayet din bu değerlerden biri veya birkaçı ile çatışan teklifler içeriyorsa " Her şey gibi dinde insan içindir "
formülünü size bahşettiği geniş yorum yetkisi içinde yorumlar.
Şunu anlıyoruz ki Modernistlerin gelmek istedikleri nokta,
Hazreti Peygamber (s.a.v.) ve onun mübarek sünnetini adeta hayatın dışına itme ve Peygambersiz bir İslam oluşturma çabasıdır.
Son zamanlarda çağdaş modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen "dinler arası diyolog", "ehli kitabın'da ebedi kurtuluşa ulaşacağı" gibi meseleler, Kuran merkezli bir hoşgörü zemininde açıklanmakta ve Kur'ani bir tavır olarak takdim edilmektedir.
Burada ihvanı safanın görüşlerini hatırlayınız.
Oysa aynı çevreler, "gelenek" söz konusu olduğunda, birden bütün hoşgörülerini yitirmekte ve bu "amansız düşman"karşısında en hasmane tavır sergilemektedirler.
Bütün bunların toplumu getirdiği nokta, bir kesimin Allahın emri ve hatta insan hakkı olduğunu söyleyerek talep ettiği gibi hususlar, bir başka kesim tarafından "gericilik" "Arap İslam’ı" ve "demokrasi istismarı "damgalarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır.
Bir kesimin "Kurana dönüş" olarak ortaya koyduğu anlayış, bir başka kesim tarafından "yoldan sapma" olarak etiketlenmektedir.
Ortada birden fazla İslam dolaşmakta ve bu İslamlar, toplumumuzun Hristiyan batıda yüzyıllardır varlığını etkin biçimde sürdüren mezhepler arası çatışmanın oluşturduğu kaos ortamına doğru sürüklemektedir.
Son yıllarda gündeme sokulan ve hakkında pek çok şeyin yazılıp söylendiğini müşahade ettiğimiz "Türk Müslümanlığı", "Arap Emevi Müslümanlığı" gibi ayrımlar dinin yerine getirmesi gereken fonksiyonun nasıl tam tersine döndürülemeye çalışıldığının en bariz örnekleridir.
İslam ile Müslümanlığı birbirinden ayırmak mümkünmüdür ?
Eğer İslam olarak orada öylece duran ama işin içine beşer unsurlarının girmesi ile birlikte pratiğe farklı Müslümanlıklar olarak yansıması normal olan bir olgudan bahsediyorsak, bizi bir Ümmet kıldığı söylenen bu dinin birlikteliğimizi nasıl sağlayacağız sorusuna da cevap verilmelidir.
Dahası bu Müslümanlıklardan hangisi ilahi iradeyi yansıtmaktadır ?
Burada temel bir tespit yapmamız gerekiyor.
"Türk Müslümanlığı" tabiri neyi anlatmaktadır.
Bu tabirden Türklerin Müslümanlığı kabul edişinden itibaren tarih boyunca benimsenen İslam anlayışımı, yoksa günümüzde Türk dünyasında gördüğümüz Müslümanlığımı anlamalıyız.
Türk Müslümanlığı tabiri ile anlatılmak istenen, aslında "Türkiye Cumhuriyeti Müslümanlığıdır".
Bu doğrudan doğruya resmi ideolojinin öngördüğü,
"Ahkam ayetlerinin ve Hazreti Peygamber’in (s.a.v)uygulamaya yönelik sünnetlerinin artık geçersiz olduğuna inanan,
din adına sonradan ortaya çıkmış bir takım bir bid'atlerle amel etmeyi yeterli sayan,
kalbi temiz,
yaptığı hataları ve işlediği günahları bile iyi niyetle işleyen,
kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan,
kendisine lütfen bahşedilenler yetinen,
amelsiz,
talepsiz,
tatlısu Müslümanı"dır.
Derleme : Mum Işığı
İnşallah devam edecek.
Ortada Kur’an’ın ruhu olarak ifade edilen, bizzat, doğasında belirsizlik bulunan bir kavram dolaşmaktadır.
Bu ruhun nasıl tamamlanması gerektiği, metodolojik olarak neyi ifade ettiği, somut olaylar için önerilen çözümleri, nasıl tetabuk edeceği, var olan çözümün hangi somut verilere göre test edileceği, buranın sorunları tahlil etmede ve çözmede nasıl bir yaklaşım izlediği gibi sorular bu bağlamda cevap beklemektedir.
Özellikle ülkemizde bu sorular, modernistlerin gündeminde dahi yoktur.
Aklınıza yatmayan, canınızı sıkan, bana göre şu istikamette olması daha uygun olurdu dediğiniz her hüküm için Kur’an’ın ruhunu devreye sokup, istediğiniz sonucu elde edebilirsiniz.
Hatta Kur’an’ın ruhunu, yine bizzat Kur’an’da yer alan emir ve hükümlerin karşısına bile dikebilirsiniz.
Yapmanız gereken "Nasların sultasından kurtulup, Nasların gölgesine girmektir".
Bu söylediklerimizi abartılı bulabilecekler için iki ayrı zaman dilimine ait birkaç çarpıcı iktibas sunalım.
1- "Ey kardeş. Bilki insanlardan kimi Allah’a nebileri,resulleri, imamları ve vasileri ile, yahut Allah’ın velileri ve salih kulları ile, yada Mukarreb melekleri ile kendilerine, fiillerine, amellerine, tavsiyelerine ve bu yolda açtıkları çığırlara uymak suretiyle yaklaşır, imkanları ve çabalarının ulaştığı noktalar nispetinde bu yolda yürürler.
Allah’ı hakkıyla tanıyan kimselere gelince, bunlar kendilerinden başkasıyla ona tevessül etmezler.
İşte bu Ehl-i Ma'arif'in mertebesidir ki bunlar Allah’ın velileridir.
Anlayışı, marifeti, hakikati noksan olan kimseler için ise, Allah’ın peygamberlerinden başka Allah’a götürecek bir yol yoktur.
Allah’ın peygamberleri konusunda anlayışı ve marifeti noksan olan kimselere gelince, bunları Allah’a götürecek tek yol peygamberlerin halifelerinden ve vasilerinden olan imamlar ile Allah’ın salih kullarıdır.
Bunları yeterince anlamayıp tanıyamayan kimseler için, bunların yollarına uymak, açtıkları çığırlarda yürümek ve tavsiyeleri ile amel etmekten, onların mescit ve meşhedlerine gitmekten, onlara benzetilerek yapılan resimlerin yanında onların ayetlerini hatırlamak ve putlar vasıtasıyla onların hallerine vakıf olmak için dua etmek, namaz kılıp oruç tutmak ve kabirlerinin başında istiğfar edip bağışlama ve rahmet istemekten başka bir yolu yoktur.
Bilki, her halükarda eşyadan herhangi bir şeye kulluk eden ve herhangi bir kimse vasıtasıyla Allah'a yaklaşan kimsenin durumu, herhangi bir dini inanca sahip olmayan ve böylece Allah’a yaklaşamayan kimseden elbette daha iyidir.
Sonra bilki, böyle kimselerin durumu putlara tapanların durumundan her halükarda daha kötüdür.
Çünkü putlara tapanlar bir şeyi din edinmemişlerdir.
Onunla Allaha yakınlaşır Allah’tan korkar ona rücu ederler." İHVAN-I SAFA.
Bu ifadeler hicri 4.asırda Basra’da gizli bir cemiyet halinde kurulmuş ve hiçbir inanç, kanaat ve mezhebe taassup derecesinde bağlanmayı reddetmiş, her din inanç ve felsefeden kendilerine güzel ve yararlı gelen noktaları almayı ilke edinmiş olan İHVAN-I SAFA ya aittir.
2- Mekkelilerin baskısı altında, amcası Ebu Talip’in özellikle rica etmesi üzerine, ayrıca diğer taraftan yeni dinin bir çok aileye getirdiği zorluklar, Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) duygulu hassas ve içten gelen şevkat ve acıma hissi uzlaşmaya yanaşmasındaki hikmeti anlaşılır hale getirmektedir.
Mekkeliler Hazreti Peygambere (s.a.v.) uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı aktivitelerde peygamber ile müzakere yapmak istediler.
Eğer Hazreti Muhammet (s.a.v.) onların tanrılarını, insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi.
Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı.
Aracı tanrılar konusunda Habeşistan’a göç zamanında oluşum halindeki Müslüman toplumu büyük sıkıntılar içinde iken, peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. surede uzlaşmaya, tavize işaret eden bazı ayetler zikretmiştir.
Bir çok günümüz Müslümanı Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder.
Fakat Kur’an’ın ışığında olaya bakacak olursak'ki bu pekala mümkün de olabilir.
( Fazlurrahman.Makaleler.Allahın elçisi ve mesajı.34-5)
(Fazlurrahman. Ana konuları ile Kuran.190.)
Peygamberlik melekesi tüm insanları aittir.
Bir peygamberin vahiy yoluyla aldığı öğretileri daha düşük bir seviyede tabii idrakleri vasıtasıyla bir bilge,hakim tarafından da öğretilir.
Çinli kahinler yüksek Ma’nevi kavramları, yunan felsefesi, İran düşüncesi, hintli azizlerin asil fikirleri ile Hristiyanlık ve İslam öğretileri arasında temel bir çelişki yoktur.
Esas zorluk hintli bir milliyetçi olan Ubeydullah Sindinin,hinduizm ile İslam’ı bağdaştırmaya çalışmasındadır.
Gerçekten kendisi karşıt dini gruplar arasına vahiy yoluyla gelmiş dinler tarafından konulmuş engelleri ezebilecek bir insanlık dinine ya da evrensel dine inananlardandır.
Mazrehuddin Sıddıki.
İslam modernistlerinin en azından bir kısmının görüşleri böyle.
Herhangi bir ilke ve bağlayıcı esas tanımaksızın sadece Kur’an’ın ruhundan hareketle, insanların nerelere varabildikleri konusunda net bir kanaat edinmek ve yukarda söylediklerimizin abartı olmadığını anlamak sanırım yeterlidir.
Bu aslında bize şöyle bir tespit yapma imkanı da bahşediyor.
Adı ne olursa olsun sapma her zaman sapmadır ve modernizm, ismi dışında tarihten tamamen kopuk ve yeni bir şey değildir.
Tıpkı tevrat ve İncillere yapıldığı gibi tarihsel tenkit ve metin tenkidi yöntemlerinin Kur'ana da uygulanması gerektiğini savunuyorlar.
Doktor Tahsin Görgün, Kur’an’daki kıssaların, üslupları gereğinin mutlak anlamda doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir olduğunu iddia eder.
Profesor Doktor Yaşar Nuri Öztürk, bu tarz hükümler ihtiva eden ayetleri, zorlama tevillerle yumuşatma çabasındadır.
Sünnet hakkındaki yaklaşımlar da farklı bir manzara arz etmemektedir.
Kur’an hakkında yukarıda iktibas edilen görüşleri fütürsuzca sergileyenlerin, sünnet hakkında daha rahat hareket etmelerinde şaşılacak bir tarafı yoktur.
Bilindiği gibi hemen her ortamda sünnetin "ölçü mü" yoksa "örnek mi" olduğu sorusuyla formüle edilen bağlayıcılık tartışması ile birlikte, gündeme getirilen "hadislerin yazıya geçirilir süreci hakkındaki şüpheler" bu bağlamda modernistlerin temel hareket alanlarını oluşturmaktadır.
Sünneti sadece bir örnek olarak gören yaklaşımın, Kur’an ayetleri konusunda ciddiye alınabilecek savunmalar yapmaktansa, ya tartışmanın zeminini sünnet verilerinin tespiti konusuna kaydırdıkları, ya da söz konusu ayetler hakkında zorlama tevillere gitmeyi tercih ettikleri görülmektedir.
Modernistler bu ve benzeri şüpheler sonunda
"Gayrimüslim bile olsa bir millet ne zaman reform yolunda bir adım atmışsa, bu, İslam’ın yolunda atılmış bir adımdır"(Sıddıki.)demeye kadar gitmiştir.
Adına "gelenek" dedikleri mevhum bir düşman ile mücadele, bunu yaparken düşüncelerini oturtdukları zemin (Humansentrik) insan merkezli yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın dine bakışı
" Çağın yükselen değerleri ile çatışmayan bir Müslüman" tipi öngörmektedir.
Şayet din bu değerlerden biri veya birkaçı ile çatışan teklifler içeriyorsa " Her şey gibi dinde insan içindir "
formülünü size bahşettiği geniş yorum yetkisi içinde yorumlar.
Şunu anlıyoruz ki Modernistlerin gelmek istedikleri nokta,
Hazreti Peygamber (s.a.v.) ve onun mübarek sünnetini adeta hayatın dışına itme ve Peygambersiz bir İslam oluşturma çabasıdır.
Son zamanlarda çağdaş modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen "dinler arası diyolog", "ehli kitabın'da ebedi kurtuluşa ulaşacağı" gibi meseleler, Kuran merkezli bir hoşgörü zemininde açıklanmakta ve Kur'ani bir tavır olarak takdim edilmektedir.
Burada ihvanı safanın görüşlerini hatırlayınız.
Oysa aynı çevreler, "gelenek" söz konusu olduğunda, birden bütün hoşgörülerini yitirmekte ve bu "amansız düşman"karşısında en hasmane tavır sergilemektedirler.
Bütün bunların toplumu getirdiği nokta, bir kesimin Allahın emri ve hatta insan hakkı olduğunu söyleyerek talep ettiği gibi hususlar, bir başka kesim tarafından "gericilik" "Arap İslam’ı" ve "demokrasi istismarı "damgalarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır.
Bir kesimin "Kurana dönüş" olarak ortaya koyduğu anlayış, bir başka kesim tarafından "yoldan sapma" olarak etiketlenmektedir.
Ortada birden fazla İslam dolaşmakta ve bu İslamlar, toplumumuzun Hristiyan batıda yüzyıllardır varlığını etkin biçimde sürdüren mezhepler arası çatışmanın oluşturduğu kaos ortamına doğru sürüklemektedir.
Son yıllarda gündeme sokulan ve hakkında pek çok şeyin yazılıp söylendiğini müşahade ettiğimiz "Türk Müslümanlığı", "Arap Emevi Müslümanlığı" gibi ayrımlar dinin yerine getirmesi gereken fonksiyonun nasıl tam tersine döndürülemeye çalışıldığının en bariz örnekleridir.
İslam ile Müslümanlığı birbirinden ayırmak mümkünmüdür ?
Eğer İslam olarak orada öylece duran ama işin içine beşer unsurlarının girmesi ile birlikte pratiğe farklı Müslümanlıklar olarak yansıması normal olan bir olgudan bahsediyorsak, bizi bir Ümmet kıldığı söylenen bu dinin birlikteliğimizi nasıl sağlayacağız sorusuna da cevap verilmelidir.
Dahası bu Müslümanlıklardan hangisi ilahi iradeyi yansıtmaktadır ?
Burada temel bir tespit yapmamız gerekiyor.
"Türk Müslümanlığı" tabiri neyi anlatmaktadır.
Bu tabirden Türklerin Müslümanlığı kabul edişinden itibaren tarih boyunca benimsenen İslam anlayışımı, yoksa günümüzde Türk dünyasında gördüğümüz Müslümanlığımı anlamalıyız.
Türk Müslümanlığı tabiri ile anlatılmak istenen, aslında "Türkiye Cumhuriyeti Müslümanlığıdır".
Bu doğrudan doğruya resmi ideolojinin öngördüğü,
"Ahkam ayetlerinin ve Hazreti Peygamber’in (s.a.v)uygulamaya yönelik sünnetlerinin artık geçersiz olduğuna inanan,
din adına sonradan ortaya çıkmış bir takım bir bid'atlerle amel etmeyi yeterli sayan,
kalbi temiz,
yaptığı hataları ve işlediği günahları bile iyi niyetle işleyen,
kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan,
kendisine lütfen bahşedilenler yetinen,
amelsiz,
talepsiz,
tatlısu Müslümanı"dır.
Derleme : Mum Işığı
İnşallah devam edecek.